16 Şubat 2015 Pazartesi

SABAH ŞEKERLERİ

Sabah otobüste, tam arka koltukta iki tatlı insan konuşuyor. Belli ki evliler.

- Ahmet lan avizeci mi açak
- La mal mısın karı, bizim orda gitmez.
- Doğru deyon, sostetik yer lazım.
- La ondan değil de kalite kalitedir o iş. Zenginler ev boyatıyolar, her ev boyandıkça avize alıyolar amk
- Gerçek mi lan
- Valla
- Neyse biz de kırtasiye açarız la.
- Dur hele dur karı.
- Ahmedim
- Ne
- Lan sessiz konuş mal. Otobüsteyiz ya
- Tamam, doğrusun.
- Şey diycem, burcu var ya
-He
- O burdan gelinlik alacakmış ( Tunalı dayız şu an)
- E napıyım,
- Ne güzel baksana. Benim ki bok gibiydi. Adi kumaştan olmayacak ne güzel.
- Ya ne olacak 3 saat giydin. Ne gereği var. Bi daha kullancan mı.
- Yok.
- Seninde düğünde damatlığın yoktu. Sankim birinin düğününe misafir gitmiştin ha. Fotoğrafçı damat kim diye soracaktı az kala.
- Senin yanına baksa görürdü mal.
Nasıl tatlıydınız yahu siz!  bi yandan da bakıyorum, oynaşıyorlar. Umarım hayalinizdeki o dükkanı açarsınız. Sevgiler..


19 Aralık 2014 Cuma

BEN KENDİMİM


Tüm dünyada benim gibi hiç kimse yok. Bazı yönleri bana benzeyenler var, fakat kimse tam olarak tüm yönleriyle benim gibi değil, dolayısıyla bende varlık bulan her şey sadece bana özgü, çünkü ben onları tek başıma seçtim. 

Benimle ilgili her şey benim;
Vücudum, ve onu oluşturan her şey;
Zihnim ve onu oluşturan tüm düşünce ve fikirler;
Gözlerim, ve onun ifade ettiği tüm görüntüler;
Duygularım ve onlar her neyse öfke, neşe, kaygı, sevgi, hayal kırıklıkları, heyecan;
Ağzım, ve onlardan çıkan her sözcük
Nazik, yumuşak ya da kaba, doğru ya da yanlış;
Sesim, yüksek ya da alçak,
Ve tüm davranışlarım, başkalarına ya da kendime karşı.
Kendi fantazilerim, rüyalarım, umutlarım, korkularım. Tüm zafer ve başarılarım benim,
Tıpkı tüm hatalarım gibi. Çünkü beni oluşturan tüm parçalar benim. Ben kendimle tamamen yüzleşe-bilirim ve böyle yaparak beni oluşturan tüm parçaları sevip, onlarla dost olup, dostça yaşayabilirim. Ve böylece benim için en önemli şeylere ulaşmak üzere, bir bütün olarak amaçlarımı gerçekleştirebilirim.

Kendi kendimi şaşırtan bazı yönlerim olduğunu biliyorum. Ve bilmediğim başka yönlerim de var. Fakat kendimle dost olduğum ve kendimi sevdiğim sürece, beni şaşırtan bu yönlerin üzerine cesaret ve umutla gidip, kendimle ilgili daha pek çok şey bulabileceğimi biliyorum.

İnsanlara nasıl görünürsem görüneyim, ne söylersem, ne yaparsam yapayım, herhangi bir anda ne düşünürsem, ne hissedersem hissedeyim, hepsi de benim.
Bu bana özgü.

Zamanın o noktasında nerde olduğumun bir ifadesi. Ne yaptığıma, nasıl düşündüğüme, ne hissettiğime baktığımda, bazı yönlerim uyumsuz olabilir. Ve ben bu uymayan yönleri çıkarıp, uyduğuna emin olduklarımla yola devam edebilirim.  Çıkardıklarımın  yerine yeni şeyler  yaratabilirim. Görebilir, duyabilir, hissedebilir, düşünebilir, söyleyebilir ve yapabilirim.

Benim dışımdaki dünyada, insanlara bir düzen yaratabilecek, ilişkileri anlamlı kılabilecek, üretken ve onlara yakın olabilecek gerekirse dışarda hayatta kalabilecek birikimim var.

Kendime aitim ve böyle kendimi yeniden biçimlendirebilirim.
Ben kendimim ve bundan mutluyum.


Virginia Satir- İnsanı Anlamak kitabından bir bölümdür.. 

28 Ekim 2014 Salı

DEDEMİN EVİNDE

Yine çok geç kalınmış bir yazı, bir anı. Öyle çok seviyorum ki bu evi. Sevgi saygı insanlık anıtının kalesi gibi.  Dedem, rahmetli babasının kimliğini, resmini bu odada evin bereketi kaçmasın, bu evi onlar kurdu diye hala saklamaktadır. O da bu odadadır. Anne annenle birbirimizi bir kere bile incitmedik. Hasta oldu yatağa düştü. "Git evlen, benden hayır gelmez dedi yine vazgeçmedim. Hepsi bu evde, annemin babamın desteği ile geldi geçti. Onlar öldü biz kaldık. Vefalarını, haklarını ödeyemeyiz "der.  Anne annemin en kötü lafı " git şuradan deli herif"  başka bir şey duymadık..

İşte bu tarihi, kapıları yeşilli, odalarının her birinde hamamı andıran küçük banyoların olduğu, ortada şöminesiyle ölümsüz olmasını dilediğim bu evde kendimi fotoğraflıyorum. Sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Bu ceket dedemin, anne annemin vefatından sonra dolabında sakladığı özel eşyalarından biridir. Onu giyiyorum. Elimdeki bavulun  ise; 50 sene önce belki daha fazladır, bir anısı var: dedemin askerlik arkadaşının teskeresi gelmiş ve  Antep'e, memleketine gitmesi gerekmektedir. Fakat adamda beş kuruş yoktur.  Dedem, sigara içmez, o zaman verilen sigaraları satarmış. Arkadaşına o biriktirdiği paralardan tren bileti alacak kadar hasılat çıkartıp cebine sokuvermiş. Adresler alınır, verilir. Geri gelir mi gelmez mi bu para kim bilir. Dedem de çok fazla önemsememektedir. Adam memleketine gitmiştir. Dedem de kısa süre sonra evine gelmiştir.


Yıllar geçer, köydeki bu tatlı evimize, postacı bu bavulla beraber. İçinde teşekkür, minnet, dua ile yazılmış mektubu bırakır. Mektup Antep'ten yol parasını verdiği, o arkadaştan gelmiştir. Düşünün ki dedem bu bavulu 50,60 senedir, birazdan resimlerini paylaşacağım tahta, iki katlı evin üst katındaki minik odada saklamaktadır. Vefa der çok önemlidir. Vefasız olursan Allah'ın hatırı kırılır. Olmayacaksın.


Sevgiler..yine yeni bir günde görüşmek üzere.


 2014- Kurban Bayramı. Üst kat.









19 Ağustos 2014 Salı

PAPATYALI ETEK

Sabahları erken kalkamaz olmuştu. Oysa hemen hazırlansa da çıksa; üzerindeki sis bulutunu güneşe satacak ve rahat bir nefes alacaktı. Son zamanlarda üzgündü. İzler vardı ta önceden. Son zamanlarda dalıp kendine tek sorduğu soru “ Bu hayat nasıl geçecek” oluyordu. Hayat, hızlıydı kızın hükmü yoktu sanki her şey isteği dışında öylesine akıyordu.  Yokuştan aşağı koşan atlar gibi zaman acımıyordu. Sevilince sevmiyor, sevince sevilmiyordu. Çok yorgundu. Akşamdan yıkamadığı yüzünün pisliğini en sevdiği sarı çiçekli yastık kılıfına emanet etmiş, geceden öylesine sızdığı, kendini dağınık ve hür bırakıp uykuya kandırdığı mavi kadife koltuktan sıyırıp aşağı attı. Bunu hep yapardı. Yerde bir kertenkele gibi sızlana sızlana esner, yorgun başını sağ sola esnetip sonra kalkardı. Bu yarı deli, yarı akıllı, yarı yorgun, yarı mutsuz haliyle boğuşurken o gizemli adamı görebilmenin hayali içini ısıtmıştı. Aynaya doğruldu. Saçlarının da dip boyası üç parmak gelmişti. Genç kız nihayet güne hazırdı. Bugün papatyalı eteğini giymişti. Mavi bir keten kumaş üstüne sarılı, beyazlı papatyalar işlenmiş, kalın pileleriyle yerlere süzülen belini daracık saran bir etekti. Kıza bu etek halasından hatıraydı. Ne zaman üzgün, ümitsiz, tadı damağında olmasa bunu giyer çıkardı. Sanki dünyası değişecek hayat ona kaybettiği bir şeyleri ya da beklediği her neyse onu bu eteğin tılsımı ile beraber verecekti. Genç kız, kendi kendine söylenmeyi çok severdi.

Kafasında birbirine düşman bir sürü his vardı. Yine başladı:
“Bugün görecek miyim onu? Görmesem daha mı iyi? Ne yalan söyleyeyim: ne sözüne ne gözüne itiraz edebilirim. “Gel” dese sadece “gel” beni bu tek kelime ile peşinden sürekleyebilir. Anlatabiliyor muyum? Bu tek kelime için destanlar yazabilirim. Dağlar bayırlar aşabilirim. Ah tersleyebilsem, ah! Şu yalnızlığıma, aşksız kalmış ömrüme kattığım çocuksu bekleyişime dur diyebilsem diyemem, aldanmasam; aldanırım. Yenilmesem yenilirim. Ah tersleyebilsem fena mı olur. Yapamam. Aşka, sevgiye, bir gülüşe mühürlenmiş gibi kaderim. Kaçamam.”

Duruldu kız. İçten içe kendi kendini coşturmasını da susturmasını da çoktan öğrenmişti.
Yine düşündü: Beni kimseler sevmeyecek mi? Annem sevmişti beni. Canım annem. Babam mı? Babamdan hayır yoktur. Ona da kızamıyorum ki görmediği bir şeyi nasıl yapsın insan? Babam ailesinden bir lokma ekmek, karın tokluğu dışında hiçbir şey görmemişti ki. Kafasında bin türlü düşünceler dolanıyordu. Gerçekle hayal arasında yoklama çekiyordu aklı. Kız vazgeçmiyordu. Yine o adamı düşündü. Ne tatlı dudakları vardı. Kalabalık laflardan, çokbilmişlik taslayıp boş konuşanlardan yorulmuştu genç kız ama mırıldanıyordu söz konusu o adam olunca “ bir ömür susmasa dinler insan, onda o huzuru gördüm” diyordu. Usul Usul nefes alışı, adamın saçı, yüzü, yanından geçerken duyduğu tatlı sızı genç kızın ılık ılık içine akıyordu her aklına düşüşte. Onu düşünmek çok keyif veriyordu.

Çıkması da inmesi de zor, esrarengiz bu varoş yokuşu genç kıza bu hayallerle gelip geçerken başka görünüyordu. Burada gecekonduların bacaları fukara kokuyordu. Genç kız adamın kokusunu ta içinde buradan geçerken daha derinden duyuyordu. Bebeler misket oynarken o, o adamın çocukluğunu arıyordu. O fakir ama gül ağacı devşirmiş bahçelerde dallara dileklerini bırakıp bırakıp her gün geçiyordu.
Evin eksiği gediği, sevmediği şu işi, bir yandan kovalamaya yeltendiği çok gözlü canavarımsı hayat mutlaka genç kızın düşünü bölmeye yelteniyordu. Bazen de hiç aldırmazdı dünya işlerine. Yanından kim geçmiş, araba mı bunu ezecekmiş, ne ev ne bark da eksik gedik düşünmez, düşünü böldürmez. Sadık kalırcasına düşüne tam tamına.

“Dolmuşa bineyim” dedi mola verdi o adamın tamamladığı hayallerine.
Sonra devam etti. “ah keşke görsem seni” papatyalı eteğini topladı. Eteğin tam ortasında kocaman bir yırtmaç vardı. Olmaz ki derdi. Burası bir gecekondu muhiti, edebinle otur. .Her eteğine dokunduğunda “ah keşke” diyordu. Adam bunun içini sarıp bir bakışıyla, baştan çıkarıp sonra bırakıyordu. Sanki adam onu bu etekle görse, dünyaları kesin birleşirdi. Kendini oracıkta ona teslim edecek gücü bulurdu. Şu üzerindeki şimdiye kadar bilmediği, şimdiye kadar hissetmediği gönül yorgunluğunu adamla bölüşüp rahatlıyacaktı. Başka çaresi yoktu. Sanki genç kızda adama ait, adamda genç kıza ait çok değerli bir emanet vardı da vermek lazımdı artık. Zamanı gelmişti. Acele etmek lazımdı.

Genç kız varmıştı adamı görmeyi ümit ettiği caddelerin yakınına.  Kalbi tık tık atıyordu. İstiyordu bu adamı, neredeyse yıl olmuştu. Tanışmalıydı artık. Neden yanımda yürümüyor? Neden koluma girmiyor? Uzaktan bakmak yeter mi ah diyordu kıvranarak. Hem ne sakıncası var ki? Bazen gözlerinden pardon gözlerinizden anlıyorum ben, sende sevilmek istiyorcasına, çok yalnız bakıyorsun. Senler sizlere sizler bizlere karışıyordu.
Bu cadde Ankara’nın tekstil diyarıydı. Toptancılar. İş Merkezleri doluydu. Dolu dolu otobüsler sabah akşam işçi taşırdı. O adamda olsa olsa tekstil işinde çalışıyordu. Adamın soğuk, ciddi bir yüzü vardı. Ama bazen bir gülüşü vardı ki; pembe dudağı açılsa ve kız geçerken bu ana denk gelse, kızın yüreğinde ceylan yavruları zıplardı. Sigara içişi de kızın dikkatinden kaçmamıştı. Sigara içmek adam için çok mühim bir işti, sığındığı tek yerdi bir garip tutkuyla ama nazikçe içiyordu. Sanırsın ki olağan üstü genel kurul toplantısı filan yapıyordu sigarasıyla, konuşulan iş o kadar ciddiydi. Belki de onun da çözemediği bir gönül işi vardı. Ona kızıp bu güzel hayalini kırmaya teşebbüs edemem diyordu kız. Ne hakkım var ki buna!

Genç kız, geçti mağazaların önünden taksi duraklarından, onun arabasını birkaç kez görmüştü. Plakalarda da gezinmedi değil gözü. Onun arabasına benzeyen plakaları süze süze geçti aynı yollardan. İnip yürümek lazım diye düşündü. İndi: Cadde öyle kalabalık, öyle kirli öyle pis göründü ki kızın gözüne “iyi ki de yok şu kirli caddelerde, zaten olsa da burada nasıl göreceğim” diye söylendi. İki durak önce inmişti. Etrafta kimseler yoktu. Adamı ensesinden görse, kıvrılıp dalgalanan koyu kumral saçından tanırdı, olmadı yorgun yürüyüşünden olmadı hiç olmadı sigarasını canla başla kavrayan soluğundan mutlaka tanırdı. Belki de o narin ellerinden. Ama adam yoktu yoktu işte.

İş yerine yaklaşmıştı genç kız. Sanki eteğindeki papatyalar boynunu bükmüş, dalları kırılıp önüne düşmüştü. Onu görse göz göze gelse, adam yanındaki ahbabıyla fısır fısır konuşsa, kıza hiç bakmasa bile bu sabahı renklendirecekti. Kız, hangi binada çalıştığını, adını, adresini bilmediği o adamı görme umudunu başka sabaha bıraktı. Ofiste yığınla işler birikmiş, onu bekliyordu. Caddede yürüdükçe kızın üstüne geldi binalar. Boğmak istercesine sıkıntı veriyordu. O kalabalıkta kendine ait hiçbir şey yoktu. Oysa insanları ne deli sever, gülümsemediği an çok azdı. O kimseye zarar vermezse kimseden ona zarar gelmezdi. Buna emindi. Hayata ve insanlara bu kadar itimat edip bağlıyken birden her şeyden vazgeçebilir, nefret değil belki ama yalnızlık molası verebilirdi. Sonra yine bildikleri kendine yetmez birine sığınmak isterdi ama o birinin onu anlamayacağından da emindi. Birinden yardım istemek, akıl istemek bile yorucu, gürültücü olurdu.
Yine o sarı apartmandan üzüm üzüm üzüle, süzüm süzüm süzülerek, dermansız bir halde içeri girdi. Gün ortasında dışarı çıkma olanağı olduğu halde bugüne kadar hiç akıl edememişti bunu ya gün ortasında da görme şansım varsa ve ben bunu denemiyorsun diye hayıflandı. Ara ara çıkıp bundan böyle caddede dolanmayı düşündü.

Öğle molası geldi. Genç kız, caddede bir ekmekçiye bir meyveciyi dolandı. Kimseler gene yoktu. İçinde ceylanları gezdirdiği dağ gibi kalbine karlar yağdı. Aylardan Ağustostu. Çok istedi onu bugün görmeyi çünkü akşam saat 21.00 de memleketine gidecekti. Çok özlerdi. Ya adam, başkasını severse dedi. Benim iki hafta yokluğumdaki bakışmaları mızı başka biri doldurursa. Yokluğumu fark eder, kirpiğinin kıyısına ucuna bir telaş sıkışır mı acaba diyebildi. İrkilir mi acaba “o kız nerde ya” diye yanındaki ahbabına sorar mı? Kız, adamla her sabah karşılaştığı simitçiden iki simit aldı. Biri sana biri bana der gibi. İçi içini yer gibi..
Genç kız, akşamı zor etmişti. Aşk var, ümit var, güneş var, bulutlar, yıldızlar, bazı zamanlar kafam kaldırmasa da içimde sessizce beni yormadan dönen şarkılar. İş ne ki iş? Kim icat etti? Hele ki sevmediğimiz işleri yapma mecburiyetini. Çıksam sokaklara seni arasam ya! İş ne ki iş. Ah keşke dedi.
Kalktı mesai bitimi Papatyalı eteğini usulca topladı. Akşam köye gitmeden Kızılay’dan, Ulustan alacakları vardı. Bir avize bulacaktı. Adamı aklından çıkarmıştı. Bir avize takacaktı köydeki balkona. Önce bulamadı. Dolandı Ulusun yaşlı ve yalnız kalmış sokaklarında. Anafartalar’dan, Çıkrıkçılara dolandı. Oradan indi tekrar” posta caddesinde olur abla aradığın avize” dediler. Oraya dolandı. Bir atlet aldı annesine, bir de çorap. Dedesini de unutmamak lazımdı. Anafartalar Çarşısında bir dükkânın camında kendisini gördü. Yorgundu. Dip boyası üç parmak gelmişti.  Aldı alacağını bugünden, sardı saracağını beline hafifletemedi yükünden hiçbir şey. Yola devam etti.  Elinde poşetlerle.

Kızılay otobüsüne biniverdi. Moda çarşısına, İzmir caddesine inip biraz düğme ve çay tepsisi alacaktı köye. Balkonda eteğinin düğmesini dikerken, bir demlik de çay yapıp burada koştuğu, altında ezilmekten korktuğu hırçın hayat koşullarına inat nefes alacaktı.  Vakit hızlı ilerlemiş, güneş kayıplara karışmıştı. İzmir Caddesine girmişti genç kız. Bugün zaman onu, o zamanı kovalamış kimse kimseyi yakalayamaz olmuştu.  Yüreğindeki ceylanlar o adamla hop oturup hop kalkmıştı. Çok yorgundu. Ellerinde parmaklarının hepsini hapseden torbalarla çarşıdan çıktı. Cadde akıyordu öyle böyle kalabalık değildi. İnsanlar nedir necidir seçilmiyordu. İnsan nasıl kaçmaz nasıl yalnızlık ihtiyacı duymaz diye söylene söylene kalabalıktan sıyrılmaya çabalarken aslında kimsesiz ortada kalmış bir serçe yavrusundan farkı yoktu. Onun istediği kalabalık bu kalabalıklarda yoktu. Kaçmak istercesine yoluna devam etti. 

Akşamın serinliğinde  papatya desenli eteği, yorgun düşmüş sarı saçları kimsesiz kimsesiz uçuşuyordu. Tam yol bitimine caddeye çıkmaya dakikalar kala;
Elleri göğüs altında bağlı, fısır fısır bir adama izahat verirken mavi gömleği, serin yüzündeki o tatlı tebessümle o adam karşında belirdi. Bu şaşkın, adam şaşkın, içindeki ceylanlar daha da şaşkındı. Bu bakışmanın ortasında doğmak mı denir uçmak mı denir. Ölmek mi yaşamak mı denir o kadar garip bir hisle dünya durmuştu. Ne gelip geçenler ne simitçi ne esnaf ne yürüyen onca kalabalık ordusu o dakikalarda oradan silinmişti. Sadece delikanlı ve kız kalmıştı. Poşetler kızın eteğine değe değe ceylanlar güle oynaya rüzgâr aşkı fısıldıyordu. Kız delikanlının yanında hızlıca geçti. Bakakaldılar. “Beni unutma” der gibi baktı kız. Delikanlı “tamam” dedi. “Söz veriyorum unutmam. Yine karşılaşacağız seninle. Ceylanlar uyudu, papatyalar uyandı. Genç kız bir şiir tutturdu: ben seni İzmir Caddesinde gördüğüm günden beri..





YENİ GELİN

Mahallede bir dedikodu dönüyordu: Bizim ev kendi halinde, balkonda o vakit çay sefasındaydı. Balkon ta uzaktaki köprüden gelen geçen araçları, önündeki kocaman bostan tarlasının etrafındaki çalılıklara, ağaçlara rağmen görürdü.  Bizim bulunduğumuz küçük bir tepecikte kurulan bu mahalleye üzüm bağlarının kenarından tırmanan dere yokuşunun sonunda varılırdı.  Bu tepeye çıkmak için o tozlu yoldan, bağların arasından ya aracı aşağıda harmanda bırakıp yürüyerek ya da illa zor da olsa araçla tırmanmak gerekirdi.

Duyduğum şey:  Selim amca 40 yaşından sonra bir kadına aşık olmuştu. Birkaç güne kalmaz gizli gizli seviştiği o kadın güya bavulunu toplayıp Ankara’dan buraya gelip,  mahalleyi basacaktı. Kucağında da çocuğu vardı. Masal gibiydi. Kimse ihtimal vermezdi. Yok, canım Selim Bey, Azize'yi yani karısını mümkün değil yıllar sonra aldatmaz. Hem çok sevmez miydi? Birde çocuk mu aman derlerdi. Oyun oynamaya çıktığımız tepede, kadınlar yol kenarında fısır fısır bunları konuşur olmuştu. "Duydum işte duydum"  deyip sıkıştırdığım annem, nine, dedem. Selim amcayla akraba olan hele başta ninem kimsecikler ses etmezdi. Konu konuyu kapatırdı hemen.  Karısı ve çocuklarıyla güya bu dertten kaçmak için, Ankara'dan acilen pılını pırtısını toplayıp o yüzden hemen bir üstteki eve taşınmıştı adamcağız. Abileri ve tek yaşayan babasıyla evler dip dibe kuruluydu.
 Oysa Ankara'da oldukça lüks, yerli yerinde bir semtte herkesin takdir ettiği bir işte çalışırdı bu adam. Buraya taşınmasına hakikaten akıl erdirmek çok zordu. Şimdiye kadar hakkında bir tek olumsuz sezgi bırakmamıştı.


 Hava kararmaya yakın evin bostan tarlasını gören balkonuna çıktık. Karpuz toplayıp, çula serdik.. Balkonun boyunda upuzun dut ağaçları, kavak ağaçları yel vurdukça dere yolunu gözümüzün önüne açmıştı. Karpuzu yel eserken kabuğu ile kemirmek çok tatlıydı. Olayı bilen, akrabamız olan bebelerden biri, ayağı kalktı. Balkon demirine asılıp iyice baktı gelene ve bağırdı.." aha yeminle Allah belamı versin Fadime dedikleri o kadın geliyor Fadime Fadime ! "  herkesin suratı çarşaf gibi olmuştu. Yaşlı nine usulca kalkıp içeri gitti.  Kucağında bir bebe, elinde tahtaya benzer, kahverengi  bir bavulla dere yolundan  bizim mahalleye doğru hiddetlene hiddetlene zayıf, uzun, endamı yerinde bir kadın geliyordu..

27 Kasım 2013 Çarşamba

FIRTINANIN SARHOŞLARI

 Fırtınanın Sarhoşları isimli kısa filmi ile Eren Ulucan arkadaşımız , İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde Kurmaca dalında JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ aldığını duyuruyor. Çok sevindim. Üstelik Nuri Bilge Ceylan'ın elinden bu ödülü alıyor.

Daha önce filmde dinlediğim ve peşine düştüğüm, bu şahane Tango eserini ve seslendiren harika kadını; Seyyan Hanım'la daha önce  tanışmadığım için üzülüyorum.

Filmi 2 kez izliyorum. Filmle alakalı yazımı daha sonra paylaşacağım. Önce filmi ve şu muhteşem eseri izlemenizi, dinlemenizi rica ediyorum..


Fırtınanın Sarhoşları (İstanbul Uluslararası Film Festivalinde En İyi Kurmaca Dalında- Özel Jüri Ödülü almıştır )


Seyyan Hanım- Bir Martı Gibi


Uzaklığın neden
Bir martı gibi kaçtın
Sevgimin sahilinden
Gözlerimin ufkundan
Bir yaz bulutu gibi
Geldin ve uzaklaştın
Bir rüzgar ışın sesidir
İçimde senden kalan

Fakat bulutlar yine
Toplanırlar bir akşam
Ve bir sabah martılar
Döner sahile iner
Sen de bir martı gibi
Dönsen sana kavuşsam
Bir yaz yağmuru gibi
İçime yağsan yine

21 Kasım 2013 Perşembe

İKİ BETON ARASI DOMATES FİDESİ


Sevgili arkadaşım Demet,

Mektubunu aldım. Babam mektubu elime verdiğinde hemen arka bahçemizdeki kavak ağacının dibine koştum. Sırtımı ona dayayıp zarfını açmaya başladım. İlk başta zarfı ellediğimde, içinde hışırdayan sesin köyümüzün toprağından bir tutam olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çok teşekkür ederim. Malum yaz tatiline henüz o kadar çok var ki, bana güç verdin. Ankara’yı, en çok oturduğum mahalleyi, kardeşlerimi ve okulumu merak etmiş “anlat” demişsin. Sana şimdi hepsinden bahsetmeye çalışacağım.

 Bende sana buradan bir tutam toprak yollasam diyeceğim ancak karşı apartmanın bahçesine gitmem gerekiyor. Orada biraz gül ve ön bahçesinde çim ekilmiş bir alan bulunuyor. Oradan alabilirim. Maalesef bizim bahçemizde henüz sadece çakıl taşları var. Babam yakın zamanda bahçemizde gül, çim, istersek eğer nane, domates ve biber yetiştirmek için çalışmalara başlayabileceğini söyledi. Bunu yapmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Özellikle domates dikmelisin! Baba, diyorum. Yağmur yağdığı zaman domates dallarının nasıl koktuğunu bilirsin. İşte ben o domates dallarını koklamaya eğildiğim vakit, seninle, sizin balkona çıkıp önümüzdeki ceviz ağacının gölgesinden akan dereyi ve karşıdaki kiremit renkli tepeleri hayal edeceğim. 

Demet,  Buranında köyleri, ağaçlarının bol olduğu parkları, bahçeleri varmış fakat çok uzaktaymış. Bir gün arabamız olur ise; babam bizi oraya götüreceğine dair söz verdi. Düşünsene bu şehirde toprakla ve ağaçlarla buluşmanın bile zamanı ve bir maliyeti var. Çünkü babamın henüz bir arabası yok! Ve kim bilir ne zaman olacak. Ayrıca babam, sadece Pazar günleri izin kullanabiliyor. O zamanlarda da dinlenmesi gerekiyor. 
Babamı, izin günlerinde bile sık sık bahçeyle uğraşırken görüyorum. Gül dikiyor, bir yerlerden gübre getiriyor, kazma kürek elinde köydeki gibi toprağa hayat vermeye, onun gönlünü almaya çalışıyor. Babam belli ki bize moral vermeye, burada yaşamımızın devamı için, toprağa, yeşile, çayıra bayıra alışkın bizlere mekân koşullarını da iyileştirmeye çabalıyor. Demet, beton yığınları arasında domates kokar mı?  Yoksa babam boşuna mı uğraşıyor? 

Zaten görsen, binalar birbirine o kadar yakın ki, iki beton arasında sıkışıp kalmışız! herkes balkonundaki saksılara bir şeyler ekmeye heves ediyor..

 Bizim sokak, Kuzgun ve Meneviş denilen sokakların ortasında bulunan, dik mi dik, rampasının sonunun mesnevi adındaki uzun sokağa çıktığı bir noktada bulunuyor. Bizim sokağın tam ortasında, sokağımızı karşılıklı ikiye bölen  “Kütüphane Blokları” denilen mimarisi oldukça güzel, kahverengi,  az katlı evler yer alıyor. Daha doğrusu sitede diyebiliriz. Sokağı karşılıklı ortadan bölen bu sitelerin biri içinden geçtikten sonra meneviş sokağa diğeri ise kuzgun sokağa çıkıyor. Sitelerin meneviş sokak tarafına bakan bölümü oldukça bakımlı ve temiz görünüyor. Hatta burada birkaç merdivenle yükselen bir alan görüyorum. Sitenin çocukları bu yükseklikte, gitar çalıyor, yerden yüksek oynuyor, dans ediyor ve şarkı söylüyorlar. Onlarla kaynaşırsam bende oraya çıkabilirim. Burada birde “Muhittin Amcanın Bakkaliyesi “ diye bizim köyde seninle çekirdek aldığımız “Sakallı amcanın bakkalı” na benzeyen bir bakkal var. Gelirsen görürsün. Muhittin amcaya veresiye yazdırabiliyoruz. Seninle neler alırız neler... İstersen çekirdek alıp çitleriz, sonra da köydeki gibi ekmeğin arasına koyup bir güzel yeriz. Yanına da Muhittin amcaya buz gibi gazoz açtırırız. 

Diğer taraf ise yani Kuzgun sokağa açılan taraf oldukça bakımsız tam bir viraneye benziyor. Yine de oradan geçmek, eskimiş dökük balkonlarında karşılıklı konuşup bağrışan, bizim apartmandakilere hiç de benzemeyen hayatların içinden geçmek bana ilginç geliyordu ki bu hevesimde kısa bir süre sonra kursağımda bırakılıyor:  Karşı komşumuz Apo amca, babama orada oynadığımızı söylemiş ve demiş ki “ çocuklara söyle: orası pek iyi değildir! Buralarda oynasınlar. Orada Çingeneler ve hayat kadınları yaşıyor” Apo amca demiş de iyi halt etmiş sanki annem “ oraya gitmeyin” diyor. Hem ben orada hiç Çingene görmedim, hayat kadını diye bir şey de görmedim ki. Seninle köyde yukarı mahalleye gitmiştik. Orada da Çingeneler vardı. Tarlada küçük çadırlarını kurmuş, atları ve horozları ile kendi hallerinde yaşıyorlardı. Güzel kadınları, şarkı söyleyip kalay yapıyorlardı. Çocukları ile ne güzel oyunlar oynamıştık. Hatırladın değil mi? Ne olmuş ki burada da olsalar? Boşver yine giderim , bir zarar gelmez.  Hayat kadınını ise henüz çözemedim. Anneme sordum. Pek oralı olmadı, bende üstelemedim. Nasıl olsa birinden öğrenirim. Köyde bu kadar çeşit insan yoktu nereden bileyim..

İşte A.Ayrancıda Güz sokakmış burası, artık burada yaşayacakmışız. Babam “alışın” diyor. Sabahları ablamlarla ve mahalleden birkaç çocukla okula gidiyoruz. Öğleden sonra iki apartman arasında, garaja giden yolda betonun üzerinde yakan top oynuyoruz. Oyun arasında garaja girmek için arabasıyla oyunumuzu bölen apartman sakinleri bize kızıyor. Gözlerinden anlıyorum. Bazılarına sessizce küfür ediyorum. Onlarda sert bakışlarının altından bizlere neler diyorlardır. Zaten babama bazen şikayet ediyorlarmış. Anlayacağın rüzgâr, toprağın şefkatini buradan almış, kim bilir şimdi bizim yaylada çam ağaçlarının dibinde uyuyan çobanla dans ettiriyordur. Bu yüzden burayı hiç sevmedim. Çünkü burada toprak yok gibi, insanlarda beton yığınları arasında yaşamaya alışmışlar. Belki bu yüzden katılaşmış ve farklılar bize göre, alışmaya çalışıyorum. “İnsan yaşadığı topraklara benzermiş!..” Onlara da kızamıyorum.. neye benzeyecekler ki? Kalabalık, gürültü, topraktan uzak, makine gibiler! Burada gökyüzünün rengi bile başka olmuş. Fakat bu toprakların beni bir gün üzeceğini çok iyi biliyorum. İnsan her toprak da üzülebilir diyeceksin ancak burada, oraya göre üzülmenin oranı ve sebepleri kat kat fazla olabilir.  Beton yığınları arasından; sevgiyi, dostluğu, iyimserliği, hoşgörüyü, başarılı olabilme ihtimali için gerekli koşulları cımbızla çekeceğim. Dedemin kızdığı ve “ ne ekmezsizmişsiniz” dediği kötü insanlardan olmak istemiyorum. Bu topraksız sokakta da yaşamaya alışırız elbet..

Bazen sıkılıp babama, “gidelim” diyoruz. Babamda “ne gelirdi ki elden göç etmek zorundaydık” diyor. Anlatmaya başlıyor: “beş çocukla köyde geçinmek zor!, sizin geleceğiniz için geldim! , benim içinde kolay değil, anneniz için de! “ gibi sözler söylüyor. Sonra susuyoruz. Babam haklı galiba...Bu işi bulunca “geleceğiniz kurtulur, okuyup adam olursunuz” demişti. Köyde okul ne kadar uzaktı: Derenin içinden geçmek ve epeyce yürümek zorundaydık. Bunun en iyi şahidi sendin. Burada ise hemen şurada okulumuz, aramızda bir sokak var, sonra Güvenlik denilen caddeden aşağı doğru yürüdük mü, hemen sağ tarafta okulumuz görünüyor. On dakika ya sürüyor ya sürmüyor. Okumayı seviyorum ama okulu ve arkadaşlarımı, ablamlar kadar benimseyip sevemedim. Ablalarım çabuk alıştı. Ben okula pek gitmek istemiyorum. 
Annem ve kardeşlerim iyiler! Merak etme. Annem aslında biraz üzülüyor. Komşularını, bağ bahçe işlerini özlediğini belli ediyor. Saksılara küpeli çiçeği, mor menekşe ve Sardunya dikiyor. Yeni komşular edinmeye çalışıyor.  Annem arkadaşları, Deli Güllü teyzeye, Muhtalip amcanın kumaları “Ayten ve Sultan’a çok çok selam söylesin”  diyor. Unutma emi!


Apartmanımızda oturanları henüz bu kısa sürede yakından tanıma şansım olmadı. Düşünsene bizim mahalledeki bütün haneleri topluyorsun, bir çatılı yüksek mi yüksek içinde 22 tane ev olan tek bir yapıda; yan yana, altlı üstlü komşu, karşı komşu, yan komşu şeklinde yaşatıyorsun. Apartman yaşamı da böyle bir şey ve bizim gibi yıllarca bahçesi, tavuğu, köpeği olan ve özgürce çayırda bayırda at koşturmuş  hiçbir insan için kolay değil. Burada çeşitli mesleklerden insanlar oturuyor. Mesela birkaç iş adamı, bir subay, bir pavyon şarkıcısı, iki tane diş doktoru, süslü birkaç ev kadını,  ayakkabı mağazası olan birisi, bir öğretmen, birkaç emekli aile gibi.. Ha birde birileri daha var. Ellerine ve ses rengine bakarsan erkek olmaları gerekli dersin. Ama değiller, oldukça güzel görünüyorlar. Babam “travesti” olduklarını söyledi. Sorduğum nedenleri, niçinleri “öyle olmaları gerekiyor da ondan” diye geçiştirdi.  Bir seferinde babama, arkası dönük olduğu sırada, balkonlarından seslenmişlerdi. Bende duvarda oturmuş elma yiyordum, daha doğrusu elmam bitmiş de kemiriyordum. Babam onlara sırtı dönük olduğundan kimdir nedir, görmediğinden ve seslerinden ötürü  “efendim abi” diye cevap vermişti. İşte o zaman bu kimseler “ne abisi ayol aaa “ diye babama kızmışlardı. Demek ki “abla” demek gerekiyordu.  Bende babama çok gülmüş eve koşup annemlere anlatmıştım. Yine de bu kimseler kırıcı değillerdi. Sadece diğer apartman sakinlerinden görüntü olarak biraz farklılardı. Belli ki onlarda hayatlarının bu noktalarına kırılarak gelmişlerdi… Yoksa bu olayı çok daha abartıp, babama bağırmazlar mıydı?   Onları sevmiştim. Oyun oynarken bizi şikâyet etmeyen, balkonlarından sakince etrafı seyreden, kendi hallerinde insanlardı işte. Birde “pavyon şarkıcısı” dedikleri o abla var. Onu da ara sıra görüyorum. Sapsarı saçları, televizyonda izlediğimiz şarkıcı kadınlar gibi parlak kıyafetleri var. Rengarenk, kocaman topuklu ayakkabılarıyla garaja geçerken onun olduğunu anlıyor, hemen camdan bakıyorum. O da bana bakıp gülümsüyor. O gidiyor ve beton yığınlarında tatlı kokusu kalıyor. Bu koku kırda topladığımız papatyalar gibi, havada nazik ve yumuşak bir iz bırakıyor. Şu karabulutlar bile yumuşayıveriyor...
Ee sen neler yapıyorsun? İncir inine, böğürtlenli dereye, öküz eriği ve alıç toplamaya gittin mi? ekşi elma, kızamık ve sarmaşıklı bahçeden ne haber? Tarladaki çilekler çoktan büyümüştür. Çamurunu eteğimizi silip, hayvan gibi nasıl da yerdik. Resmen karnımızı çilekle doyururduk. Ben burada, babamla Ayrancı pazarına gitmek için dört gözle c.tesi günlerini bekliyorum. Orada köy peyniri satan teyzeler, süzme yoğurt getiren amcalarla babamın sohbetleri pek hoşuma gidiyor. Onlar kendi köylerinden bahsederken, babamda bizim köyü anlatıyor. Demet, burada öküz eriği aradık ama yok! Böğürtlende yokmuş! Hiçbir şeyin tadı aynı değil ki. Ne aldığımız çileğin tadı ne ekmeğin kokusu..Oraları neden özlediğimi sormuşsun ya umarım şimdi buradaki hayatımız gözünün önünde canlanmıştır. 

Tek avuntumuz, babamın sigortası, düzenli maaş alması, ilerde emekli olma şansının olması. Beklediğimiz daha iyi bir geleceği de unutmamak gerekir. Bakalım o gelecek gerçekten gelecek mi?  İşte biz ve bizim gibi göç edenler bu yüzden buradayız. 

Ben şimdi dört gözle yaz tatilinin gelmesini bekliyorum. Devamsızlıktan sınıfta kalabilirmişim. Umurumda değil ki. Tarlalarımızda kirpi aramayı bile özledim. Köstebeklerin eştiği ve kule yaptığı öbekler gözümde tüter oldu. Neyse derin bir nefes alıyorum. Çünkü şimdi yapmam gereken; oraya geldiğimde Deli Muhtalip amcanın çocukları ile saklambaç oynadığımızda kikirdeyip, duvara dayadığım alnımı, ellerimi, gözlerimi, kirpiklerimi,  yüzümü ve kirpiye korkuyla uzanacak olan şu ellerimi sevgiyle beslemektir.

Kestane kebab acele cevap, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.




Not: Bu yazım ;Eskiyeni-Ankara ekibinin her ay çıkardığı dergisi;  Mahalle Baskısı- Toprak sayısına özel hazırlanmış ve yayınlanmıştır..Teşekkürler..